Ve Şalter İner…

IMG_1466

Cuma günü önce ağabeyim Emre ile ASM’ye gidip yüksek çözünürlüklü test için kan verdik, devamında ilik nakli taraması için İstanbul Tıp Fakültesi Çapa Kampüsüne gittik. Binalar köhne, temizlik Allah’lıktı. Sonradan orada çalışan bir yetkiliden binaların ilk ciddi depreme dayanamayacak kadar kötü durumda olduğunu duymuştum. Kamu sağlık hizmeti ile özel sektörün beş yıldızlı otel ayarındaki görüntüsü arasında dağlar kadar fark vardı.

Zar zor yürüyerek ilgili birime gittim ve ilik bankası için kan verdim. Bu kan, aile içi tarama öncelikli olmak üzere tüm ilik taramalarında kullanılmak için çok detaylı bir teste tabi tutulacak ve tüm genetik özelliklerim belirlenecekti. İlik bağışçısı (“donör”) bulunmasında bu ileri düzey testler kritik önemdeydi. Çıkışta, Çapa’nın rektörlük binasının hemen yanındaki minik Çapa İlik Bankası’na uğradık. Önceden bir randevu almadığım için beklemem gerekiyordu. Tesadüf bu ya, o gün, gazetelerde sık sık manşete çıkmış olan bir lösemi hastası çocuğun ilik bulunamadığı için trajik ölümü konusu en sıcak zamanlarını yaşıyordu. İlik Bankası’nın başındaki Prof. Fatma Savran Oğuz Hanım vefat eden çocuğun ailesine ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını ama bazı hastalar için maalesef ne yurt içi ne de yurt dışında ilik bulunamadığını anlatmaya çalışıyordu. Toplantıdan bir kaç kez çıktığında nezaket gösterip her seferinde ilgilenemediği için benden özür dilemişti. Boş vaktimi orada çalışan görevlilerden sürece dair bilgi alarak geçirmiştim. Ancak, bir buçuk saate yaklaşan bekleme sürem sonunda toplantı hâlâ devam edince gücüm tükendi ve eve dönmeye karar verdik.

Ağabeyimle aynı apartmanda oturuyoruz, dairelerimiz de karşılıklı. Emre’nin yine Ataköy’de oturan annemden bir şey alması gerekiyormuş; halimi iyi görünce beni apartmanın önünde bıraktı. Binaya girdim. Asansöre doğru çıkan altı basamak bana dağ gibi geldi ve kendimi kötü hissetmeye başladım. Asansöre bindiğimde artık bir şeylerin ters gittiği aşikârdı. Tüm gücümle kabin tutacaklarına tutundum. Dokuzuncu kata geldiğinde asansör minik bir sarsıntı ile durdu. Ve…

…bacaklarım çözüldü, asansörde yere yığılıverdim. Bayılmışım.

Tahmin ediyorum birkaç saniye kadar sonra kendime geldim. Can havliyle tutacaklara asılarak kendimi yukarı çektim, asansör kapısını zorlukla açıp birkaç adım attım ve dairemizin zilini çaldım. Şanslıydım çünkü o anda Sema kapının önünden geçiyormuş. Kapıyı açtığında üzerine yığıldım. Beni zorlukla en yakın oturağa oturttu. 

Anlaşılan, bir günde iki-üç aktivite yerine tek aktivite yapma prensibimi kendim çiğnemiş, bu sebeple enerjim tükenmişti. Beyin, bitmekte olan enerjiyi fark edip sadece hayati fonksiyonları sürdürmek için şalteri indirmişti.

O pazar kahvaltıyı karşı komşum, yani ağabeyimde maaile yapacaktık. Sema ve Begüm’den önce karşı tarafa hareketlenmişken kalbimin çılgınca attığını hissettim. Emre’nin dairesine girer girmez ilk bulduğum sandalyeye çöktüm. On dakika kadar dinlenip biraz su içtikten sonra kahvaltı etmek için ağabeyimin yardımıyla balkona geçtim. Güzel bir temmuz günü uzaktaki deniz manzarası önünde kahvaltı ederken içim yine garip oldu, fenalık basmaya başladı. Etraf dönüyor, midem bulanıyor, kalbim çılgınca atıyordu. Emre’den ambülans çağırmasını rica ettim. Tüm aile başımda toplandı, bana masaj yapmaya başladılar. O günün en keyifli zamanı buydu herhalde. 

Ambülans geldi. Önce beni tekerlekli sandalye ile aşağı indirdiler. Sonra biraz toparladığım için ambülansa kendim bindim. Sedyeye uzandım, sürekli tansiyon ve nabzımı ölçtüler. Hastaneye giderken kendimi televizyon dizilerindeki gibi hissettim. Normal tedavinin planlanan zamanından üç gün önce, bu sefer acil bölümünden hastaneye giriş yaptım.

Ertesi gün Burhan Hoca viziteye geldiğinde beni koridora çıkarıp yanında yürüttü. Bu denli kısa mesafede bile nabzım 140’a çıkıyordu. Sebebi tahmin için ürettiğim dört senaryoyu da Burhan Hoca’nın yardımcısı Serdar Bey mantıksız bulmuştu. İleriki dönemlerde güleryüzlülüğü ve gece gündüz her ihtiyacımız olduğunda erişilebilirliği ile gönlümüzü fethetmiş olan Serdar Bey kendi bakış açısından haklıydı belki. Birçok hastanın bu hemoglobin düzeyinde sorun yaşamadığı geçmişte görüldüğü için reddedilen ikinci senaryom şöyleydi:

Hemoglobin seviyem oldum olası çok yüksek, 16-17 civarındaydı. Düzenli olarak her sene en az bir kere kan veriyordum, hatta son kan bağışımda Kızılay yetkilileri “Eğer kanınız biraz daha yoğunlaşırsa sizden kan alamayacağız” demişlerdi. Yüksek seviyeye alışık olan bünyem, hemoglobinin kemoterapi ile radikal bir şekilde iki haftada 7-8’lere düşmesine adapte olamamıştı. Hemoglobin, oksijeni demire bağlayarak vücudun her yerine taşıyan bir ajan idi. Aniden azalınca hücreler oksijen yani enerji kıtlığına girmiş, vücut bu eksikliği kalple daha fazla kan pompalayarak telafi etmeye çalışmıştı. Enerji çok azaldığında da şalteri indirmişti.

Burhan Hoca’nın beni yolladığı kardiyolog kalp ultrasonumu çekti. Kalpte herhangi bir anormallik yoktu. Getirdiği açıklama ikinci senaryom ile örtüşüyordu. 

“Birçok insan 7-8 gibi hemoglobin seviyesinde gayet rahat yaşayabiliyor. Ancak, siz vücudunuzun adapte olamayacağı kadar kısa bir sürede radikal düşüş yaşamışsınız. Nabzınızı vereceğim ilaçlarla rahatlıkla indirebilirim, ancak bu sefer kalbiniz enerji ihtiyacını telafi edemeyeceği için elinizi kaldıracak haliniz kalmaz. En iyisi adaptasyon sürecini zamana bırakmak”.

İkinci haftayı bir bayılma, bir ambülans ve “temiz” bir kalple kapamıştım.

Leave a comment